Birazdan okuyacağınız çalışma aylar ve hatta yıllarca
düşünülmüş, obsesif kompulsif kişilik bozukluğu teşhisimin semptomlarından
“liste yapma” alışkanlıklarımın her seferinde “80’lerle ilgili blog yaz”
şeklinde mihenk taşı olmuş, adeta gerçekleştirilememiş bir rüya. Ta ki bugüne
kadar...
Her şey seneler önce, daha önce de burada bahsettiğim,
Pitchfork Media’nın “80’lerin en iyi 100 albümü seçkisi”ni dinlememle başladı.
Öncesinde sadece “Where is My Mind?” isimli fazla popülist cover grubu favorisi
parçayla bildiğim Pixies alevi sardı her yerimi. Sonra konu ister istemez
hayatımın gruplarından biri haline gelecek Sonic Youth’a geldi. Sonra XTC,
sonra Minutemen, sonra Beastie Boys derken üçer beşer albüm yutmaya
başlamıştım. Sonra o gün geldi çattı. Evimde hayatımın en önemli uğraşlarından
biri olan Saigon Traffic’in davulcusu Uygar’la laflarken adamın “80’ler ne
berbat abi!” çıkışıyla duraksadım. Ve gözlerimde bir ışık yandı. Çünkü benim de
böyle düşündüğüm ömrümün üç çeyreği vardı geçmişimde.
İnsan içinde doğduğu on yılı bariz kaçırmıştır. Günümüz
enformasyon çağında tabi ki hiç problem değil. Ancak yaşıtlarım bilirler bu
enformasyona ulaşmak için de epey bir beklememiz gerekti. Bu süre zarfında ben
de Uygar gibi 80’lerden nefret etmekteydim. Disko rüzgarları, MTV yükselişi,
Eurovision rezillikleri, Phil Collins’in saksofon çaldığı ve en kötüsü de her
şeyin elektronikleştiği bir zamandı. Queen’in mottolarından “Bu Albümde
Synthesizer Kullanılmamıştır” ibaresi yavaş yavaş kaybolmuştu. Adeta müzik
salon dinletilerinden insanların günlük hayat koşuşturmalarında arkaplanda
dinleyecekleri sığ elektronik metronomlara dönüşmüştü. Bir – iki, bir – iki,
çö-pü dök, fi-şi çek, bir – iki, can’t touch this!
Halbuki 70’ler öyle miydi? Progresif, içli şarkılar,
kompleks melodiler, tamamen dokunulmamış, balta girmemiş, sadece insan
kapasitesine sığmış ve böyle bile yeterince geniş olan notalarla sonsuzluğa
ulaşmış gibiydi. Veya sonsuzluktan bir önceydi.
Pitchfork bunu baştan yıkmaya kararlıydı bende. Zaten
Füsenbakudan Progresif Rock’çıların çöküşüyle ilgili bir blog olarak
başlamıştı. Bu çöküşte adeta bir mana aramaya çalışıyordum ve asla bu bağlamda
kült progresif eserlerin üzerine konuşmuyordum. O zaman fark ettim ki, bu
sitede asla Yes – Close to the Edge, Kansas – Leftoverture, Jethro Tull – Thick
as a Brick, Genesis – Foxtrot olmayacaktı. Benim başka bir misyonum vardı.
Beğenilmeyene gitmek, neden beğenilmediğini bilmek ve müzikseverin progresif
rock gibi eşsiz bir müzikten nereyi üstün görüp kaydığını tespit etmek mesela.
70’ler bitmekteyken o kadar fazla şey yaşandı ki. Vietnam
savaşından çıkmış Amerika, Sovyetlere kafa tutuyor, ikiye bölünmüş bir Almanya
sanat alanında bu kadar yıpranmışlığını hiçe sayarak art arda şaheserler ortaya
koyuyordu. İngiltere ise demir leydiyle uğraşıyor, okyanus aşırı savaşlara
gidiyor ve tabi ki sömürgelerini elinde tutmak için beyhude bir çaba sarf
ediyordu. Radyolar yerlerini televizyonlara, mayolar yerlerini bikinilere
bırakırken, demir perde ülkeleri de sovyet genel sekreterliğinden kurtulmanın
yollarını arıyordu. Türkiye’de ise sıkıyönetim ilan edilmişti. Sanatçılar
sınırdışı edilmiş, evlere girilmiş ve plaklardan kitaplara her şeye el konulmuş,
ülkenin büyük bir kısmı kodesi boylamıştı.
Rock müzisyenleri artık birbirleriyle yaratıcılık
mücadelesine girmişti. Analog melodiler insanları, başta müzisyenlerin kendisi
olmak üzere tatmin etmez olmuştu. Öte yandan yüksek maliyetleri nedeniyle 35
milimetre filmler yerini videoya, analog kayıtlar yerini dijitale, el çizimi
animasyonlar yerini bilgisayarlı animasyonlara bırakır olmuştu.
Peter Gabriel Genesis’i bırakma kararı aldıktan sonra, geri
kalan üç kişi önce denedi progresif sevdanın peşinden gitmeyi. Yapamadılar. Jim
Morrison, Janis Joplin ve Jimi Hendrix ölmüştü. Beatles atomlarına ayrılmış,
daha sonra da John Lennon’ın cinayeti dünyayı sarsmıştı. Charles, Diana’yla
evlenmiş, David Bowie Berlin’den memleketi Londra’ya dönmüştü. 60’ların son efsane
grubu The Who, pek bir sevimli davulcusunu alkol sebebiyle kaybetmişti. Adeta
herkes birer birer ölüyordu, kalanlar da sürekli globalleşen dünyaya direnmek
için etnik müziklere, elektronik altyapılara, mtv’de klip yayınlatmak için
ruhlarını satmaya tutulmuştu. Dünya hiçbir zaman eskisi gibi olmayacaktı. Ama
ya daha iyi olursa?
Buradan sonra izninizle tarzlar üzerinden gideceğim;
PROGRESİF ROCK
Progresif Rock müziğin güç kaybettiğini tekrar tekrar
söylemeye gerek yok. Genesis, mtv jenerasyonuna en hızlı adapte olarak en
başarılı olmuş progresif gruplardan. Gentle Giant, Styx, Kansas yok olmanın
eşiğinde. Yes yeni bir ekiple tempolu, owner of a lonely heart tadında
takılırken, King Crimson zaten hiçbir zaman kabullenmediği progresif
arkadaşlarından sıyrılıp adeta avant-garde bir neo-jazz füzyonuna dönüşüyor.
Van Der Graaf ve Jethro Tull’ın da tarz değiştirmesiyle 80’lere hiçbir
progresif rock grubunun progresif rock’lığının kalmadığı bir vaziyette adım
atıyoruz. Ancak...
NEO PROGRESİF ROCK
Bu konudaki özlemler iki büyük 70’lere göz kırpan grubun
yeşermesine imkan veriyor. Adeta 70’leri kaçırıp bunu görmezden gelen Marillion
çıkıyor piyasaya. 70’lerde istediği verimi alamayan Kanada’nın en büyük grubu
Rush da ortamdaki bu açığı çok iyi değerlendiriyor. Ancak maalesef bizim de
canımız, şu şeytan müziği denilen post-punk’ı çeker oluyor. O yüzden tarzın
tarzı neo-prog maalesef yazının en altındaki listeme giremiyor.
HARD ROCK
İki grupla başlıyor bu distortion merakı: Black Sabbath ve
Led Zeppelin. 80’lere de aynı hızla girmeyi başarıyorlar ancak hızla kadro
değiştirmekten akıl yoruyorlar. Açığı hemen Avusturalyalı dünya devi AC/DC
kapatıyor. Yanına da artık bir stadyum grubuna dönüşen, giderek crossover
tarzlara yönelen Queen’i koymak zorunda kalıyoruz. Def Leppard, Hysteria ve
Pyromania’yı yayımlıyor. O esnada çok tuhaf bir şey oluyor ve Axl Rose diye bir
adamcağız, dünyanın en büyük gruplarından birini kuruyor. Guns’n’Roses,
Appetite for Destruction gibi çağın ötesinde bir albüm yayımlıyor ancak
Füsenbakudan da çağın fazla ötesine kaçtığı için albümü 80’lerden saymayıp
dikkate almamayı seçiyor.
GLAM ve HAIR METAL
Kiss geliyor sonra. Twisted Sister ve Poison peydahlanıyor.
Makyaj malzemesinin bini bir para. Çok eğlenceli ve enteresan modalar takip
eden güzel melodiler kulağa çalınıyor. Bu melodiler bizim için fazla popülist
ve taytlar biraz fazla “tight”. Erkek adamın malı meydandaysa da bu bize biraz
fazla geliyor. Hiçbir zaman hard rock’tan keyif alamadığımız gibi kardeş tarzı
glam’e de mesafeliyiz. Halbuki glam ilk başladığında David Bowie, Velvet Underground
ve Mott the Hoople değil miydi? Adeta bir kavram karmaşası yaşıyoruz sayın
okuyucular.
EKSTREM METAL
Kış şartları ağır. İskandinavya, Rusya’dan kurtulunca güneşi
görememenin ve kral süleymanı utandıracak milli zenginliğin etkisiyle bir
bunalım altına giriyor. Şüphesiz folklörlerindeki viking ezgilerinin, izbe
hanlarda geçen masalsılarının ve mitolojik canavarlarının etkisi büyük. Önce
doom metal’le başlıyor çılgınlık. 80’ler bitmeye yakın ancak tarz oturmaya
başlıyor. Cinayetler, intiharlar ve kilise kundakları derken kitleler
kendilerini Doom, Death ve Black metalin kucağında buluyor. Kediler yeniyor,
camilerde içki içiliyor. Amerikada ise Chuck Schuldiner diye bir adam Leprosy
diye bir albüm çıkarmaya karar veriyor. Kendisi canımı yesin, ellerinden öperim
rahmetlinin. Ama benden 80’ler seçkisine death metal albümü koymamı, hele hele
dark tranquility ve inflames henüz ortalarda yokken, beklemesin.
THRASH METAL
Derken Queen,Zeppelin ve Sabbath dinleyen gençler penayla
gitar taramayı öğreniyor. The Big Four denen ve ikisinin hala dünyayı salladığı
ve birinin hala rock müzik deyince akla gelen ilk gruplardan olduğu Amerikalı
dört grup ortalığa bomba şarapneli gibi saçılıyor. Metallica, Megadeth, Anthrax
ve Slayer’dan bahsediyoruz. Ancak bu raddeye gelindiğinde editörünüzün alnından
ter akmaya başlıyor. Rust in Peace şükür ki decade’i kaçırmıştır, ancak Reign
in Blood’ı ne yapacağımızı bilemiyoruz. Metallica’yı ise görmezden gelmek
imkansız gençler. Ama bana böyle blog idaresi verirseniz imkansıza gidip
geleceğim.
NWOBHM
New wave of british heavy metal de denen bu okunaksız tarz
her şeyden önce Iron Maiden’ı bize kazandırmış tarzdır. Yanına isterseniz
Saxon, Venom gibi gruplar ekleyebilirsiniz ama yakışık almaz.
Bazen 3, bazen 4 gitarın üstüste attığı melodiler, speed metalin de altyapısını
ve ilham kaynağını oluşturuyor. Aşağıdaki listelerden Iron Maiden’e yer veren
Gökhan’ı bir kez daha (!) alnından öpüyorum. Ayrıca hanginizin grubunun vokalisti
boeing kullanıyor?
POP
Çocukluğumuzda ağzımıza dolanmış Michael Jackson ve Madonna
var sırada. Listelerde kendilerine yer vermiş arkadaşlara dünyadaki bütün
saygıyı gönderiyorum. Sting, meğer bas çalıyormuş, reggae-pop tarz
karmaşalarıyla uğraşıyor, Prince ise mükemmel gitar çalıyor. Boy bandler ise
yeni yeni çıkayazmış, herkes mtv’ye kilitlenmiş ve ben tüm bunları işaret
parmaklarım kulaklarımda “LA LA LA LA” diye cevaplamak istiyorum. Hak
verirsiniz ki Michael Jackson dinleyecek kafa bende mevcut kalmadı.
DISCO
Her ne kadar 80’lerle özdeşleşmiş bir tarz da olsa, bunu
olsa olsa Türkiye’nin 10 yıllık gerigötürüm süreçlerinden kaynaklı bir
yanılsama olduğunu düşünebiliriz şayet disko geleneği 70’lerle özdeşleşmiştir.
Barry White, Abba, Bee Gees ve Donna Summer “out” oluyor. Crossover tarzlarda
Prince ve Michael Jackson dikkat çekerken, Village People ve Earth Wind &
Fire disko ateşini alevli tutmak için ve topun dönmesinin devam etmesini
sağlamak için ellerinden geleni yapıyor. Rock crossoverlarından Men-at-Work de
gereken desteği aşağıdaki topraklardan gönderiyor. (Burada dinleyiniz: Men-at-Work – Overkill)
RAP & HIP HOP
Ve.. Oha. Siyah adam gitarı bıraktı. Mikrofonu aldı. Beyaz
adam da aldı. Beatler havalarda uçuşuyor. Public Enemy, De La Soul, Beastie
Boys, N.W.A ve Run Dmc’yi asla unutamayacağız. Çünkü günümüz popüler rap’iyle
hiçbir alakası olmayan, sample ve ritim coşkusu içinde akıp giderken inanılmaz
mesajlar veren rap, kanımca hiçbir zaman daha iyi olmayacak.
HARDCORE PUNK
Hah! Black Flag, Fugazi, Dead Kennedys falan var sırada. Malum
70’ler biterken 70’ler punk sahnesi de çöküverdi. Clash ve Sex Pistols yavaş
yavaş küçük kardeşlere söz hakkı vermeye başladı. Hüsker Dü ve listemde yer
edinmiş ilk bahsedeceğim grup olan Minutemen de buraya eklenebilir. Gürültü,
patırtı, kafadan akan kanlar, 3 nota,
her albümde 1,5 dakikadan 25 şarkı, yerden göğe kadar saygı. Ama Minutemen gibi içini hislerle caz
füzyonlarıyla ve insanın ağzını açıkta bırakan gitar sololarıyla donatmazsanız,
ben yokum.
GRUNGE
Bu tarz henüz başlamadı. Üzgünüm. Kurt Cobain ve Dave Grohl
şu anda garajda bira içip Pixies albümleri dinliyorlar. (Olm Dinosaur Jr efsane
grup)
DENEYSEL
Resmen bu tarzı sadece Tom Waits’den bahsedebilmek için
açtım. Ama şimdi düşündüm de 70’ler punk ve glam piyasalarından taşıp akılalmaz
tarzlara yönelen David Bowie ve Elvis Costello da bu kategoride incelenebilir.
Tom Waits, nedendir bilinmez, viski içmekten nodüllenmiş sesiyle dünyadaki
bütün müzik tarzlarını sentezlerken bir yandan da içimizde bir yerlere
dokunmaktan kendini alıkoymuyor. Adeta Bukowski’nin ses bulmuş hali gibi, bir
yandan da çingene müziğine göz kırpıyor. Çok yaşa Bay Waits, keşke bütün
muhteşemliğinin toplandığı bir albümün olsaydı da seni alsaydım içeri. Bay
Costello, siz çok bozdunuz. İlk üç albümün şımarık şımarık vokallediğiniz
harika zenginliğini 80’lerde duyamadım. Bay
Bowie, siz şu taraftan lütfen, saygılar.
ALTERNATIF METAL
Yani bir başka deyişle, daha önce kimsenin denemeye cesaret
edemediği mükemmel sentez diyebiliriz. İlk aklımıza Red Hot Chili Peppers
geliyor ama kendileri arap atı misali sonradan 90’larda açıldı. İlk
atışlarından birinde turnayı gözünden vuran iki grubumuz ise listemizde yer
buluyor. Jane’s Addiction ve Faith No More.
POST-PUNK /
ALTERNATİF ROCK / SHOEGAZE
Nınınınınımmmm. Gelgelelim bütün bu zihin karmaşasının
açmazlarının anahtarına. 70’ler sonra ererken isminin baş harfi The Cure olan
bir grup ve Joy Division olan bir diğer grup, tekdüze ve komplike (?) davul
ritimleri üzerine, hipnotik bas gitar, elektronik gitar ve vokaller döşemeye
karar verip de ilham aldıkları Punk tarzıyla hiçbir alakası olmayan inanılmaz
bir müzik tarzı yapmaya karar verdiklerinde önlerindeki on yılın gruplarına
büyük hizmet edeceklerinden belki de habersizlerdi. Neden alakasız bu üç tarzı
birleştirdim? Çünkü bu üç tarz bir vakitten sonra fena halde benzeşmeye
başlamıştı. Punk’dan başlayan drone melodiler diğer tarzlarla etkileşip
alternatifleşti ve üzerine teknolojik ilerlemelerle birlikte sürekli
basacakları pedallara bakmak zorunda kalan “Shoegaze” gitaristleri eklendi.
Bence yavaştan listemize geçelim, sonra ben
yatacağım, yarın iş var.
Füsen Bakudan'ın Listesi (Sıralı)
10. Double Nickels
On The Dime – Minutemen
Sırf Hüsker Dü’nün double albümüne sinir olduğu için çıkarılmış
40’dan fazla şarkıdan oluşan bir cinnettir bu. Asla ve asla hayatımda çift
albüm sevemedim. Double nickels bütün değerlerimi altüst etti. Sublime’ın
üstsüz memeli efsane vokali genç yaşta ölen Bradley Nowell’inin güzel anılarına
ithafen, 27 yaşında trafik kazasında ölen üstsüz şişman pankçı D.Boon bu güzel
albümle her zaman dinleyebileceğim 43 şarkıyı hayatıma kazandırmıştır.
9. The Real Thing
– Faith No More
Adamlar net uzaydan gelmiş. Genelde bilirsiniz vokalistin
grup kurup götürmesine alışkınızdır. Ancak Mike Patton dış kapının mandalıyken
dünyanın en efsane alternatif gruplarından biri olmaya yüz tutmuş Faith No
More’u bu seviyeye getirmiştir. FNM Bir anda öyle çıkagelip klavyeyi gitarla
birleştirmiştir ki, rap vokalle metali birleştirmiştir ki. From out of nowhere:
aynen. Epic: aynen.
8. Strangeways,
Here We Come – The Smiths
Morrissey. O ipeksi sesin, akılalmaz liriklerle kavuştuğu an.
Bir de Johnny Marr var orada, dikkatinizi çekerim. Dikkatinizi çekerim çünkü,
Morrissey’in albümlerinde yok bu hissiyat. Queen is Dead? Güzel, ok, başarılı.
Ama ilk aldığım plağım, baştan sonra içimi ısıtan Strangeways’im, sen olmasan
ben ne yapardım? Bu kadar gaddarca sözleri bir Robert Smith’ten, bir de
Morrissey’den bekleriz zaten. Eğer kimsenin sizi sevmediğini düşünüyorsanız,
Last Night I dreamt Somebody Loved Me’yi dinleyerek gönül rahatlığıyla intihar
edebilirsiniz. Ama yapmayın. Böyle bir albümün kaydedildiği dünya daha iyisini
hakeder gibi sanki.
7. This Nation’s
Saving Grace – The Fall
The Fall vokali Mark Smith, grubun sürekli kadro
değiştirmesiyle ilgili bir keresinde şöyle bir laf etmiştir: “Eğer grupta ben
varsam ve annen bongo çalıyorsa, o The Fall’dır.” Peki diyorsunuz “biz bu grubu
hiç duymadık??” O zaman dinleyin ayol. Post-punk’ın en uç temsilcilerindendir.
Şarkıların sonu gelmez, melodiler hiç değişmez, kulağa koyup kendinden
geçmeliktir. Hatta hoparlörden aynı tadı vermez. Biz bu notayı istiyoruz, 8
dakika boyunca. Evet bu notayı. Istanbul is the place, because of my birthday.
(Aha lan istanbul dedi)
6. Doolittle –
Pixies
Ya yuh arkadaş. Böyle albüm yapılır mı? Ayıp. Saigon
gitaristi Sertaç’ı her zaman Pixies Joey Santiago’ya benzetmişimdir. Hem
hispanikliğinden hem de olur olmaz bastığı alakasız notalarından. Doolittle ve
Surfer Rosa’da biraz üçkağıt var aslında. Şarkıların çoğu eski EP’lerden
geliyor. Ama eski EP’lere nereden geliyor? Tanımlayamıyoruz. Daha önce var
olmayan bir müzik tarzı nasıl yapılır? Bir de sadece ve sadece Pixies’e özgü
bir boyutu var olayın: Daha sonra da bu tarz var olamamıştır. Gavurca, sadece
gavurca tarif edebilirim tüm bu olup biteni: When Pixies are playing, you shut
the fuck up.
5. Scary Monsters
(And Super Creeps) – David Bowie
Dediğimiz gibi, Berlin’den yeni dönmüş, diskoya gönül
vermiş, pop müziğe selam etmiş ama hiçbir zaman hiçbir tarzın adamı olmamış
David Bowie 80’lere de Scary Monsters’la öyle bir kazık çakmıştır ki insanın
kanını dondurur. Acayip gitar çalmanın mucidi denebilecek King Crimson’dan
Robert Fripp gibi bütün dönemin efsane müzisenleri biraraya getirip adeta ben
hala buradayım diyeceği albümü yapmıştır. Ki bunu sonra 90’larda da yaptı.
2000’lerde de. 2010’larda da. Allah belanı versin David Bowie. Hürmetler.
Tanıdığım hayatta olan en karizmatik adamsın.
4. Document –
R.E.M.
R.E.M. 80’ler sevdam Pitchfork seçkisinden bağımsız olarak
nefret ettiğim gruplara çıkardığım genel affın parçasıydı. U2’yu hala
affedemedim ve Bono’nun sıfatını gördükçe bunun imkansızlığını görüyorum. Ama
R.E.M 90’lardaki leş mtv işlerini milyon kat gani gani affetirecek işleri zaten
80’lerde 5 albümle yapmış: Murmur, Fables of Reconstruction, Lifes Rich
Pageant, Reckoning ve Document. Ki bu listeye fables girecekti karanlık
tarafından ötürü. Ancak document’e yenildim, ruhumu kutuya koyup geylerin
gururu Michael Stipe’a emanet ettim. Bottom’ın olayım, yeter ki artık losing my
religion çalma. (Çalmıyor adam zaten dağıldı grup, günaydın)
3. Nothing’s
Shocking – Jane’s Addiction
Eric Avery’nin enteresan bir sıklıkta bastığı bas
notalarıyla başlayıp dünyanın şüphesiz en yakışıklı gitaristi Dave Navarro’nun
gitar vuruşlarıyla altını dolduruyoruz. Sonra Steve Perry gelip çok acayip
şeyler söylüyor kulağımıza. Kesinlikle 80’lere ait değil ama bir o kadar da
ait. Yepyeni bir şey olduğu kesin. Sonunda şu post-punk’tan kurtuluyoruz,
melodilerin üzerine binip dünyanın en seksi grubuyla seksin vahşet olarak
tanımlandığı yerlerde çığlık çığlığa kendimizden geçiyoruz. Bu albümün burada
yer alma sebebi Ritual de lo Habitual’in 90’lara taşmasından değil. Bu albümün
Ritual’den daha iyi olmasından kaynaklanıyor. Hatta iki tanesi hariç diğer
dinlediğim belki tüm albümlerden...
2. A Little Man
and A House and The Whole World Window – Cardiacs
Sonunda Füsenbakudan’da daha önce görülmüş bir albüme
gelebildik. Şükürler olsun. Tekrar tekrar Tim Smith’e methiyeler düzemeyeceğim.
Bu albüm dinlenmeli. Ama herkes dinlemese de olur. Ben dinleyeyim, çarkları,
bakır üflemelileri, ska vokallerini duyup duyup güzel ve acı zamanları
hatırlayayım. Aklımda onları güzel ve tatlı zamanlarla değiştireyim, olmaz mı?
1. Sister – Sonic
Youth
Kim Gordon’un sürekli detonasyonda duran vokalleri, iki tane
kelimelerin ifade edemeyeceği iyilikte gitaristin aynı grupta bulunma
ihtimalinin gerçekleşmesi ve daha bir sürü şey. Sister albümü, askerdeyken
dinlediğim albümlerden biri. Üst ranzanın altına yazılmış, daha önce orada
yatmış askerlerin yazdıklarını okurken adeta notalar bir daha asla beni terk
etmemek üzere içime kazındı. Eğer aynı grubun başka albümlerini listeye almama
çabam olmasaydı, Daydream Nation ve EVOL’u da burada görebilecektiniz. Sister,
savaştan galip çıktı. Sister, you have twisted ways to tell what’s on your
mind. Kız kardeş. Hmm. Asla sahip olmadığım, başkalarının kız kardeşlerinden
bilmeye gayret gösterdiğim bir düşünce. Annemler hep kız çocuk istemiş ama iki
tane erkek çocuk sahibi olmuş. Bu albümün şarkılarında şeytanın parmağı var
dostlar, adeta bir ışık ki kulaklıklardan beynime zıplayan, birazdan uyanıp
nöbete gitmek zorunda olduğumu bana unutturan, özgür, silahsız, güzel
zamanların olduğunu bana hatırlatan ama bunu samimiyetsiz bir pozitif enerjiyle
değil, gerçeğin ta kendisini bana göstererek eğrisiyle doğrusuyla anlatan bir
albüm. Bir albüm bile değil, dünyadaki bütün albümler. Bu blog, biraz kişisel.
Zaten kimse okumuyor. Hiç problem değil. Üç kişiyle beş kişiyle belki de bazen
sadece kendimle bu “yaşama” işini kotaracak olgunluğa ulaşıyorum. Ama sen de
gelirsen, iki kişi oluruz, board game oynayıp film izleriz. Fena mı olur?
Gökhan Koro’nun
listesi (sırasız)
Queensryche – Operation Mindcrime
Guns n Roses – Appetite for destruction
Jane’s Addiction – Nothing’s Shocking
Marillion – A Seasons End
XTC – Skylarking
The Cure – Head on the Door
Metallica – Ride The Lightning
Michael Jackson – Thriller
Rush – Signals
Iron Maiden – Somewhere in Time
.
.
Gençay Aytekin’in
listesi (sırasız)
Europe – Wings of Tomorrow
Rush – Moving Pictures
Marillion – Script for a Jester’s Tear
Camel – Stationary Traveller
Journey – Frontiers
Metallica – Ride The Lightning
King Crimson – Three of a Perfect Pair
Megadeth – So Far, So Good... So What!
Michael Jackson – Bad
White Snake – White Snake
Duygu Dölek’in
listesi (sırasız)
fairground attraction -the first of a million kisses
leonard cohen -i'm your man
elvis costello & the attractions -blood and chocolate
xtc -skylarking
element of crime -try to be mensch
the smiths -strangeways, here we come
the traveling wilburys, vol. 1
paul simon -graceland
pixies -doolittle
the style council - my ever changing moods
leonard cohen -i'm your man
elvis costello & the attractions -blood and chocolate
xtc -skylarking
element of crime -try to be mensch
the smiths -strangeways, here we come
the traveling wilburys, vol. 1
paul simon -graceland
pixies -doolittle
the style council - my ever changing moods
Sean Parker’ın
listesi (sıralı)
- Kiss Me Kiss Me Kiss Me - The Cure
- It Takes A Nation of Millions to Hold Us Back - Public Enemy
- Sign O' The Times – Prince
- 13 Songs – Fugazi
- Peep Show - Siouxsie and the Banshees
- Remain In Light - Talking Heads
- Locust Abortion Technician - Butthole Surfers
- Three Feet High and Rising - De La Soul
- Appetite For Destruction - Guns n' Roses
- Franks Wild Years - Tom Waits
Haydi sağlıcakla.
Artık yazmıyor musunuz? Müzik ile ilgilenme olayında yeni sayılırım ve birkaç yazınızı okudum, Faydalı oldu, olacak. Ama en son 3 sene önce yazmışsınız neden durdunuz bilmiyorum :c
YanıtlaSilGüzel bir yazı, tebrikler.. Ama devamını bekliyoruz
YanıtlaSil