Progressive Rock

Progressive Rock

8 Ekim 2013 Salı

80'lerle İlgili Bir İnceleme



Füsen Bakudan’ın başladığı günden beri yazılmış en emek verilmiş yazıya hoşgeldiniz.

Birazdan okuyacağınız çalışma aylar ve hatta yıllarca düşünülmüş, obsesif kompulsif kişilik bozukluğu teşhisimin semptomlarından “liste yapma” alışkanlıklarımın her seferinde “80’lerle ilgili blog yaz” şeklinde mihenk taşı olmuş, adeta gerçekleştirilememiş bir rüya. Ta ki bugüne kadar...


Her şey seneler önce, daha önce de burada bahsettiğim, Pitchfork Media’nın “80’lerin en iyi 100 albümü seçkisi”ni dinlememle başladı. Öncesinde sadece “Where is My Mind?” isimli fazla popülist cover grubu favorisi parçayla bildiğim Pixies alevi sardı her yerimi. Sonra konu ister istemez hayatımın gruplarından biri haline gelecek Sonic Youth’a geldi. Sonra XTC, sonra Minutemen, sonra Beastie Boys derken üçer beşer albüm yutmaya başlamıştım. Sonra o gün geldi çattı. Evimde hayatımın en önemli uğraşlarından biri olan Saigon Traffic’in davulcusu Uygar’la laflarken adamın “80’ler ne berbat abi!” çıkışıyla duraksadım. Ve gözlerimde bir ışık yandı. Çünkü benim de böyle düşündüğüm ömrümün üç çeyreği vardı geçmişimde. 

İnsan içinde doğduğu on yılı bariz kaçırmıştır. Günümüz enformasyon çağında tabi ki hiç problem değil. Ancak yaşıtlarım bilirler bu enformasyona ulaşmak için de epey bir beklememiz gerekti. Bu süre zarfında ben de Uygar gibi 80’lerden nefret etmekteydim. Disko rüzgarları, MTV yükselişi, Eurovision rezillikleri, Phil Collins’in saksofon çaldığı ve en kötüsü de her şeyin elektronikleştiği bir zamandı. Queen’in mottolarından “Bu Albümde Synthesizer Kullanılmamıştır” ibaresi yavaş yavaş kaybolmuştu. Adeta müzik salon dinletilerinden insanların günlük hayat koşuşturmalarında arkaplanda dinleyecekleri sığ elektronik metronomlara dönüşmüştü. Bir – iki, bir – iki, çö-pü dök, fi-şi çek, bir – iki, can’t touch this!

Halbuki 70’ler öyle miydi? Progresif, içli şarkılar, kompleks melodiler, tamamen dokunulmamış, balta girmemiş, sadece insan kapasitesine sığmış ve böyle bile yeterince geniş olan notalarla sonsuzluğa ulaşmış gibiydi. Veya sonsuzluktan bir önceydi.

Pitchfork bunu baştan yıkmaya kararlıydı bende. Zaten Füsenbakudan Progresif Rock’çıların çöküşüyle ilgili bir blog olarak başlamıştı. Bu çöküşte adeta bir mana aramaya çalışıyordum ve asla bu bağlamda kült progresif eserlerin üzerine konuşmuyordum. O zaman fark ettim ki, bu sitede asla Yes – Close to the Edge, Kansas – Leftoverture, Jethro Tull – Thick as a Brick, Genesis – Foxtrot olmayacaktı. Benim başka bir misyonum vardı. Beğenilmeyene gitmek, neden beğenilmediğini bilmek ve müzikseverin progresif rock gibi eşsiz bir müzikten nereyi üstün görüp kaydığını tespit etmek mesela.

70’ler bitmekteyken o kadar fazla şey yaşandı ki. Vietnam savaşından çıkmış Amerika, Sovyetlere kafa tutuyor, ikiye bölünmüş bir Almanya sanat alanında bu kadar yıpranmışlığını hiçe sayarak art arda şaheserler ortaya koyuyordu. İngiltere ise demir leydiyle uğraşıyor, okyanus aşırı savaşlara gidiyor ve tabi ki sömürgelerini elinde tutmak için beyhude bir çaba sarf ediyordu. Radyolar yerlerini televizyonlara, mayolar yerlerini bikinilere bırakırken, demir perde ülkeleri de sovyet genel sekreterliğinden kurtulmanın yollarını arıyordu. Türkiye’de ise sıkıyönetim ilan edilmişti. Sanatçılar sınırdışı edilmiş, evlere girilmiş ve plaklardan kitaplara her şeye el konulmuş, ülkenin büyük bir kısmı kodesi boylamıştı. 

Rock müzisyenleri artık birbirleriyle yaratıcılık mücadelesine girmişti. Analog melodiler insanları, başta müzisyenlerin kendisi olmak üzere tatmin etmez olmuştu. Öte yandan yüksek maliyetleri nedeniyle 35 milimetre filmler yerini videoya, analog kayıtlar yerini dijitale, el çizimi animasyonlar yerini bilgisayarlı animasyonlara bırakır olmuştu.

Peter Gabriel Genesis’i bırakma kararı aldıktan sonra, geri kalan üç kişi önce denedi progresif sevdanın peşinden gitmeyi. Yapamadılar. Jim Morrison, Janis Joplin ve Jimi Hendrix ölmüştü. Beatles atomlarına ayrılmış, daha sonra da John Lennon’ın cinayeti dünyayı sarsmıştı. Charles, Diana’yla evlenmiş, David Bowie Berlin’den memleketi Londra’ya dönmüştü. 60’ların son efsane grubu The Who, pek bir sevimli davulcusunu alkol sebebiyle kaybetmişti. Adeta herkes birer birer ölüyordu, kalanlar da sürekli globalleşen dünyaya direnmek için etnik müziklere, elektronik altyapılara, mtv’de klip yayınlatmak için ruhlarını satmaya tutulmuştu. Dünya hiçbir zaman eskisi gibi olmayacaktı. Ama ya daha iyi olursa?

Buradan sonra izninizle tarzlar üzerinden gideceğim;

PROGRESİF ROCK
Progresif Rock müziğin güç kaybettiğini tekrar tekrar söylemeye gerek yok. Genesis, mtv jenerasyonuna en hızlı adapte olarak en başarılı olmuş progresif gruplardan. Gentle Giant, Styx, Kansas yok olmanın eşiğinde. Yes yeni bir ekiple tempolu, owner of a lonely heart tadında takılırken, King Crimson zaten hiçbir zaman kabullenmediği progresif arkadaşlarından sıyrılıp adeta avant-garde bir neo-jazz füzyonuna dönüşüyor. Van Der Graaf ve Jethro Tull’ın da tarz değiştirmesiyle 80’lere hiçbir progresif rock grubunun progresif rock’lığının kalmadığı bir vaziyette adım atıyoruz. Ancak...

NEO PROGRESİF ROCK
Bu konudaki özlemler iki büyük 70’lere göz kırpan grubun yeşermesine imkan veriyor. Adeta 70’leri kaçırıp bunu görmezden gelen Marillion çıkıyor piyasaya. 70’lerde istediği verimi alamayan Kanada’nın en büyük grubu Rush da ortamdaki bu açığı çok iyi değerlendiriyor. Ancak maalesef bizim de canımız, şu şeytan müziği denilen post-punk’ı çeker oluyor. O yüzden tarzın tarzı neo-prog maalesef yazının en altındaki listeme giremiyor.

HARD ROCK
İki grupla başlıyor bu distortion merakı: Black Sabbath ve Led Zeppelin. 80’lere de aynı hızla girmeyi başarıyorlar ancak hızla kadro değiştirmekten akıl yoruyorlar. Açığı hemen Avusturalyalı dünya devi AC/DC kapatıyor. Yanına da artık bir stadyum grubuna dönüşen, giderek crossover tarzlara yönelen Queen’i koymak zorunda kalıyoruz. Def Leppard, Hysteria ve Pyromania’yı yayımlıyor. O esnada çok tuhaf bir şey oluyor ve Axl Rose diye bir adamcağız, dünyanın en büyük gruplarından birini kuruyor. Guns’n’Roses, Appetite for Destruction gibi çağın ötesinde bir albüm yayımlıyor ancak Füsenbakudan da çağın fazla ötesine kaçtığı için albümü 80’lerden saymayıp dikkate almamayı seçiyor.

GLAM ve HAIR METAL
Kiss geliyor sonra. Twisted Sister ve Poison peydahlanıyor. Makyaj malzemesinin bini bir para. Çok eğlenceli ve enteresan modalar takip eden güzel melodiler kulağa çalınıyor. Bu melodiler bizim için fazla popülist ve taytlar biraz fazla “tight”. Erkek adamın malı meydandaysa da bu bize biraz fazla geliyor. Hiçbir zaman hard rock’tan keyif alamadığımız gibi kardeş tarzı glam’e de mesafeliyiz. Halbuki glam ilk başladığında David Bowie, Velvet Underground ve Mott the Hoople değil miydi? Adeta bir kavram karmaşası yaşıyoruz sayın okuyucular.


EKSTREM METAL
Kış şartları ağır. İskandinavya, Rusya’dan kurtulunca güneşi görememenin ve kral süleymanı utandıracak milli zenginliğin etkisiyle bir bunalım altına giriyor. Şüphesiz folklörlerindeki viking ezgilerinin, izbe hanlarda geçen masalsılarının ve mitolojik canavarlarının etkisi büyük. Önce doom metal’le başlıyor çılgınlık. 80’ler bitmeye yakın ancak tarz oturmaya başlıyor. Cinayetler, intiharlar ve kilise kundakları derken kitleler kendilerini Doom, Death ve Black metalin kucağında buluyor. Kediler yeniyor, camilerde içki içiliyor. Amerikada ise Chuck Schuldiner diye bir adam Leprosy diye bir albüm çıkarmaya karar veriyor. Kendisi canımı yesin, ellerinden öperim rahmetlinin. Ama benden 80’ler seçkisine death metal albümü koymamı, hele hele dark tranquility ve inflames henüz ortalarda yokken, beklemesin.

THRASH METAL
Derken Queen,Zeppelin ve Sabbath dinleyen gençler penayla gitar taramayı öğreniyor. The Big Four denen ve ikisinin hala dünyayı salladığı ve birinin hala rock müzik deyince akla gelen ilk gruplardan olduğu Amerikalı dört grup ortalığa bomba şarapneli gibi saçılıyor. Metallica, Megadeth, Anthrax ve Slayer’dan bahsediyoruz. Ancak bu raddeye gelindiğinde editörünüzün alnından ter akmaya başlıyor. Rust in Peace şükür ki decade’i kaçırmıştır, ancak Reign in Blood’ı ne yapacağımızı bilemiyoruz. Metallica’yı ise görmezden gelmek imkansız gençler. Ama bana böyle blog idaresi verirseniz imkansıza gidip geleceğim.

NWOBHM
New wave of british heavy metal de denen bu okunaksız tarz her şeyden önce Iron Maiden’ı bize kazandırmış tarzdır. Yanına isterseniz Saxon, Venom gibi gruplar ekleyebilirsiniz ama yakışık almaz. Bazen 3, bazen 4 gitarın üstüste attığı melodiler, speed metalin de altyapısını ve ilham kaynağını oluşturuyor. Aşağıdaki listelerden Iron Maiden’e yer veren Gökhan’ı bir kez daha (!) alnından öpüyorum. Ayrıca hanginizin grubunun vokalisti boeing kullanıyor?

POP
Çocukluğumuzda ağzımıza dolanmış Michael Jackson ve Madonna var sırada. Listelerde kendilerine yer vermiş arkadaşlara dünyadaki bütün saygıyı gönderiyorum. Sting, meğer bas çalıyormuş, reggae-pop tarz karmaşalarıyla uğraşıyor, Prince ise mükemmel gitar çalıyor. Boy bandler ise yeni yeni çıkayazmış, herkes mtv’ye kilitlenmiş ve ben tüm bunları işaret parmaklarım kulaklarımda “LA LA LA LA” diye cevaplamak istiyorum. Hak verirsiniz ki Michael Jackson dinleyecek kafa bende mevcut kalmadı.

DISCO
Her ne kadar 80’lerle özdeşleşmiş bir tarz da olsa, bunu olsa olsa Türkiye’nin 10 yıllık gerigötürüm süreçlerinden kaynaklı bir yanılsama olduğunu düşünebiliriz şayet disko geleneği 70’lerle özdeşleşmiştir. Barry White, Abba, Bee Gees ve Donna Summer “out” oluyor. Crossover tarzlarda Prince ve Michael Jackson dikkat çekerken, Village People ve Earth Wind & Fire disko ateşini alevli tutmak için ve topun dönmesinin devam etmesini sağlamak için ellerinden geleni yapıyor. Rock crossoverlarından Men-at-Work de gereken desteği aşağıdaki topraklardan gönderiyor.  (Burada dinleyiniz: Men-at-Work – Overkill)

RAP & HIP HOP
Ve.. Oha. Siyah adam gitarı bıraktı. Mikrofonu aldı. Beyaz adam da aldı. Beatler havalarda uçuşuyor. Public Enemy, De La Soul, Beastie Boys, N.W.A ve Run Dmc’yi asla unutamayacağız. Çünkü günümüz popüler rap’iyle hiçbir alakası olmayan, sample ve ritim coşkusu içinde akıp giderken inanılmaz mesajlar veren rap, kanımca hiçbir zaman daha iyi olmayacak.

HARDCORE PUNK
Hah! Black Flag, Fugazi, Dead Kennedys falan var sırada. Malum 70’ler biterken 70’ler punk sahnesi de çöküverdi. Clash ve Sex Pistols yavaş yavaş küçük kardeşlere söz hakkı vermeye başladı. Hüsker Dü ve listemde yer edinmiş ilk bahsedeceğim grup olan Minutemen de buraya eklenebilir. Gürültü, patırtı, kafadan akan kanlar, 3 nota,  her albümde 1,5 dakikadan 25 şarkı, yerden göğe kadar saygı. Ama Minutemen gibi içini hislerle caz füzyonlarıyla ve insanın ağzını açıkta bırakan gitar sololarıyla donatmazsanız, ben yokum.

GRUNGE
Bu tarz henüz başlamadı. Üzgünüm. Kurt Cobain ve Dave Grohl şu anda garajda bira içip Pixies albümleri dinliyorlar. (Olm Dinosaur Jr efsane grup)

DENEYSEL
Resmen bu tarzı sadece Tom Waits’den bahsedebilmek için açtım. Ama şimdi düşündüm de 70’ler punk ve glam piyasalarından taşıp akılalmaz tarzlara yönelen David Bowie ve Elvis Costello da bu kategoride incelenebilir. Tom Waits, nedendir bilinmez, viski içmekten nodüllenmiş sesiyle dünyadaki bütün müzik tarzlarını sentezlerken bir yandan da içimizde bir yerlere dokunmaktan kendini alıkoymuyor. Adeta Bukowski’nin ses bulmuş hali gibi, bir yandan da çingene müziğine göz kırpıyor. Çok yaşa Bay Waits, keşke bütün muhteşemliğinin toplandığı bir albümün olsaydı da seni alsaydım içeri. Bay Costello, siz çok bozdunuz. İlk üç albümün şımarık şımarık vokallediğiniz harika zenginliğini 80’lerde duyamadım. Bay Bowie, siz şu taraftan lütfen, saygılar.

ALTERNATIF METAL
Yani bir başka deyişle, daha önce kimsenin denemeye cesaret edemediği mükemmel sentez diyebiliriz. İlk aklımıza Red Hot Chili Peppers geliyor ama kendileri arap atı misali sonradan 90’larda açıldı. İlk atışlarından birinde turnayı gözünden vuran iki grubumuz ise listemizde yer buluyor. Jane’s Addiction ve Faith No More.


POST-PUNK / ALTERNATİF ROCK / SHOEGAZE
Nınınınınımmmm. Gelgelelim bütün bu zihin karmaşasının açmazlarının anahtarına. 70’ler sonra ererken isminin baş harfi The Cure olan bir grup ve Joy Division olan bir diğer grup, tekdüze ve komplike (?) davul ritimleri üzerine, hipnotik bas gitar, elektronik gitar ve vokaller döşemeye karar verip de ilham aldıkları Punk tarzıyla hiçbir alakası olmayan inanılmaz bir müzik tarzı yapmaya karar verdiklerinde önlerindeki on yılın gruplarına büyük hizmet edeceklerinden belki de habersizlerdi. Neden alakasız bu üç tarzı birleştirdim? Çünkü bu üç tarz bir vakitten sonra fena halde benzeşmeye başlamıştı. Punk’dan başlayan drone melodiler diğer tarzlarla etkileşip alternatifleşti ve üzerine teknolojik ilerlemelerle birlikte sürekli basacakları pedallara bakmak zorunda kalan “Shoegaze” gitaristleri eklendi. Bence yavaştan listemize geçelim, sonra ben yatacağım, yarın iş var.


Füsen Bakudan'ın Listesi (Sıralı)

10. Double Nickels On The Dime – Minutemen
Sırf Hüsker Dü’nün double albümüne sinir olduğu için çıkarılmış 40’dan fazla şarkıdan oluşan bir cinnettir bu. Asla ve asla hayatımda çift albüm sevemedim. Double nickels bütün değerlerimi altüst etti. Sublime’ın üstsüz memeli efsane vokali genç yaşta ölen Bradley Nowell’inin güzel anılarına ithafen, 27 yaşında trafik kazasında ölen üstsüz şişman pankçı D.Boon bu güzel albümle her zaman dinleyebileceğim 43 şarkıyı hayatıma kazandırmıştır.

9. The Real Thing – Faith No More
Adamlar net uzaydan gelmiş. Genelde bilirsiniz vokalistin grup kurup götürmesine alışkınızdır. Ancak Mike Patton dış kapının mandalıyken dünyanın en efsane alternatif gruplarından biri olmaya yüz tutmuş Faith No More’u bu seviyeye getirmiştir. FNM Bir anda öyle çıkagelip klavyeyi gitarla birleştirmiştir ki, rap vokalle metali birleştirmiştir ki. From out of nowhere: aynen. Epic: aynen.

8. Strangeways, Here We Come – The Smiths
Morrissey. O ipeksi sesin, akılalmaz liriklerle kavuştuğu an. Bir de Johnny Marr var orada, dikkatinizi çekerim. Dikkatinizi çekerim çünkü, Morrissey’in albümlerinde yok bu hissiyat. Queen is Dead? Güzel, ok, başarılı. Ama ilk aldığım plağım, baştan sonra içimi ısıtan Strangeways’im, sen olmasan ben ne yapardım? Bu kadar gaddarca sözleri bir Robert Smith’ten, bir de Morrissey’den bekleriz zaten. Eğer kimsenin sizi sevmediğini düşünüyorsanız, Last Night I dreamt Somebody Loved Me’yi dinleyerek gönül rahatlığıyla intihar edebilirsiniz. Ama yapmayın. Böyle bir albümün kaydedildiği dünya daha iyisini hakeder gibi sanki.

7. This Nation’s Saving Grace – The Fall
The Fall vokali Mark Smith, grubun sürekli kadro değiştirmesiyle ilgili bir keresinde şöyle bir laf etmiştir: “Eğer grupta ben varsam ve annen bongo çalıyorsa, o The Fall’dır.” Peki diyorsunuz “biz bu grubu hiç duymadık??” O zaman dinleyin ayol. Post-punk’ın en uç temsilcilerindendir. Şarkıların sonu gelmez, melodiler hiç değişmez, kulağa koyup kendinden geçmeliktir. Hatta hoparlörden aynı tadı vermez. Biz bu notayı istiyoruz, 8 dakika boyunca. Evet bu notayı. Istanbul is the place, because of my birthday. (Aha lan istanbul dedi)

6. Doolittle – Pixies
Ya yuh arkadaş. Böyle albüm yapılır mı? Ayıp. Saigon gitaristi Sertaç’ı her zaman Pixies Joey Santiago’ya benzetmişimdir. Hem hispanikliğinden hem de olur olmaz bastığı alakasız notalarından. Doolittle ve Surfer Rosa’da biraz üçkağıt var aslında. Şarkıların çoğu eski EP’lerden geliyor. Ama eski EP’lere nereden geliyor? Tanımlayamıyoruz. Daha önce var olmayan bir müzik tarzı nasıl yapılır? Bir de sadece ve sadece Pixies’e özgü bir boyutu var olayın: Daha sonra da bu tarz var olamamıştır. Gavurca, sadece gavurca tarif edebilirim tüm bu olup biteni: When Pixies are playing, you shut the fuck up.

5. Scary Monsters (And Super Creeps) – David Bowie
Dediğimiz gibi, Berlin’den yeni dönmüş, diskoya gönül vermiş, pop müziğe selam etmiş ama hiçbir zaman hiçbir tarzın adamı olmamış David Bowie 80’lere de Scary Monsters’la öyle bir kazık çakmıştır ki insanın kanını dondurur. Acayip gitar çalmanın mucidi denebilecek King Crimson’dan Robert Fripp gibi bütün dönemin efsane müzisenleri biraraya getirip adeta ben hala buradayım diyeceği albümü yapmıştır. Ki bunu sonra 90’larda da yaptı. 2000’lerde de. 2010’larda da. Allah belanı versin David Bowie. Hürmetler. Tanıdığım hayatta olan en karizmatik adamsın.

4. Document – R.E.M.
R.E.M. 80’ler sevdam Pitchfork seçkisinden bağımsız olarak nefret ettiğim gruplara çıkardığım genel affın parçasıydı. U2’yu hala affedemedim ve Bono’nun sıfatını gördükçe bunun imkansızlığını görüyorum. Ama R.E.M 90’lardaki leş mtv işlerini milyon kat gani gani affetirecek işleri zaten 80’lerde 5 albümle yapmış: Murmur, Fables of Reconstruction, Lifes Rich Pageant, Reckoning ve Document. Ki bu listeye fables girecekti karanlık tarafından ötürü. Ancak document’e yenildim, ruhumu kutuya koyup geylerin gururu Michael Stipe’a emanet ettim. Bottom’ın olayım, yeter ki artık losing my religion çalma. (Çalmıyor adam zaten dağıldı grup, günaydın)

3. Nothing’s Shocking – Jane’s Addiction
Eric Avery’nin enteresan bir sıklıkta bastığı bas notalarıyla başlayıp dünyanın şüphesiz en yakışıklı gitaristi Dave Navarro’nun gitar vuruşlarıyla altını dolduruyoruz. Sonra Steve Perry gelip çok acayip şeyler söylüyor kulağımıza. Kesinlikle 80’lere ait değil ama bir o kadar da ait. Yepyeni bir şey olduğu kesin. Sonunda şu post-punk’tan kurtuluyoruz, melodilerin üzerine binip dünyanın en seksi grubuyla seksin vahşet olarak tanımlandığı yerlerde çığlık çığlığa kendimizden geçiyoruz. Bu albümün burada yer alma sebebi Ritual de lo Habitual’in 90’lara taşmasından değil. Bu albümün Ritual’den daha iyi olmasından kaynaklanıyor. Hatta iki tanesi hariç diğer dinlediğim belki tüm albümlerden...

2. A Little Man and A House and The Whole World Window – Cardiacs
Sonunda Füsenbakudan’da daha önce görülmüş bir albüme gelebildik. Şükürler olsun. Tekrar tekrar Tim Smith’e methiyeler düzemeyeceğim. Bu albüm dinlenmeli. Ama herkes dinlemese de olur. Ben dinleyeyim, çarkları, bakır üflemelileri, ska vokallerini duyup duyup güzel ve acı zamanları hatırlayayım. Aklımda onları güzel ve tatlı zamanlarla değiştireyim, olmaz mı?

1. Sister – Sonic Youth
Kim Gordon’un sürekli detonasyonda duran vokalleri, iki tane kelimelerin ifade edemeyeceği iyilikte gitaristin aynı grupta bulunma ihtimalinin gerçekleşmesi ve daha bir sürü şey. Sister albümü, askerdeyken dinlediğim albümlerden biri. Üst ranzanın altına yazılmış, daha önce orada yatmış askerlerin yazdıklarını okurken adeta notalar bir daha asla beni terk etmemek üzere içime kazındı. Eğer aynı grubun başka albümlerini listeye almama çabam olmasaydı, Daydream Nation ve EVOL’u da burada görebilecektiniz. Sister, savaştan galip çıktı. Sister, you have twisted ways to tell what’s on your mind. Kız kardeş. Hmm. Asla sahip olmadığım, başkalarının kız kardeşlerinden bilmeye gayret gösterdiğim bir düşünce. Annemler hep kız çocuk istemiş ama iki tane erkek çocuk sahibi olmuş. Bu albümün şarkılarında şeytanın parmağı var dostlar, adeta bir ışık ki kulaklıklardan beynime zıplayan, birazdan uyanıp nöbete gitmek zorunda olduğumu bana unutturan, özgür, silahsız, güzel zamanların olduğunu bana hatırlatan ama bunu samimiyetsiz bir pozitif enerjiyle değil, gerçeğin ta kendisini bana göstererek eğrisiyle doğrusuyla anlatan bir albüm. Bir albüm bile değil, dünyadaki bütün albümler. Bu blog, biraz kişisel. Zaten kimse okumuyor. Hiç problem değil. Üç kişiyle beş kişiyle belki de bazen sadece kendimle bu “yaşama” işini kotaracak olgunluğa ulaşıyorum. Ama sen de gelirsen, iki kişi oluruz, board game oynayıp film izleriz. Fena mı olur?



Gökhan Koro’nun listesi (sırasız)
Queensryche – Operation Mindcrime
Guns n Roses – Appetite for destruction
Jane’s Addiction – Nothing’s Shocking
Marillion – A Seasons End
XTC – Skylarking
The Cure – Head on the Door
Metallica – Ride The Lightning
Michael Jackson – Thriller
Rush – Signals
Iron Maiden – Somewhere in Time
.
Gençay Aytekin’in listesi (sırasız)
Europe – Wings of Tomorrow
Rush – Moving Pictures
Marillion – Script for a Jester’s Tear
Camel – Stationary Traveller
Journey – Frontiers
Metallica – Ride The Lightning
King Crimson – Three of a Perfect Pair
Megadeth – So Far, So Good... So What!
Michael Jackson – Bad
White Snake – White Snake

Duygu Dölek’in listesi (sırasız)
fairground attraction -the first of a million kisses
leonard cohen -i'm your man
elvis costello & the attractions -blood and chocolate
xtc -skylarking
element of crime -try to be mensch
the smiths -strangeways, here we come
the traveling wilburys, vol. 1
paul simon -graceland
pixies -doolittle
the style council - my ever changing moods

Sean Parker’ın listesi (sıralı)
  1. Kiss Me Kiss Me Kiss Me - The Cure
  2. It Takes A Nation of Millions to Hold Us Back - Public Enemy
  3. Sign O' The Times – Prince
  4. 13 Songs – Fugazi
  5. Peep Show - Siouxsie and the Banshees
  6. Remain In Light - Talking Heads
  7. Locust Abortion Technician - Butthole Surfers
  8. Three Feet High and Rising - De La Soul
  9. Appetite For Destruction - Guns n' Roses
  10. Franks Wild Years - Tom Waits

Haydi sağlıcakla. 

2 yorum:

  1. Artık yazmıyor musunuz? Müzik ile ilgilenme olayında yeni sayılırım ve birkaç yazınızı okudum, Faydalı oldu, olacak. Ama en son 3 sene önce yazmışsınız neden durdunuz bilmiyorum :c

    YanıtlaSil
  2. Güzel bir yazı, tebrikler.. Ama devamını bekliyoruz

    YanıtlaSil