Bir sene... Çocukluğumuzda çok uzun bir zaman dilimi olarak
bildiğimiz “bir sene”, birer birer daha manasızlaşıyor. 2010 muydu? 2004 müydü?
Ne oldu? Hayatımın senesi dediğim 1999 orta yaşım oldu. O yıl doğan kuzenim
benden uzun, o doğduğunda ben İngiltere’deydim. Sıç.
Siz neler hayal ettiniz yokluğumla ilgili? Kafa tatiline
çıktım? İntihar ettim? Blog’dan acayip sıkıldım? Maymunun iştahıydı, benim niye
blogum olmasın temelli bir ego tatminiydi? Dünyaya bir çift lafımı gönderme
çabamdı? E madem öyleydi, söyleyecek sözüm kalmadı mı sandınız?
Temmuz 2012’ye, yani Alan Parsons’ı yazmaya çalışan kendime
çok pis telefon açasım var. Gelme! Hayatın kayacak. Önce yükselecek sonra
sönecek. 5 ay boyunca sıradan halktan ne kadar üstün olduğunu görüp, askerlik
sonrası içi boş olan devasa bir balona dönüşme, bir kızın gelip minnacık bir
iğnesine maruz kalma, bütün arkadaşlarını kaybetme, iki besteyi tamamlayamama, gay
psikiyatristler, 150 miligramlık koca koca haplar, alkol denizinde dalgalar,
uyuşturucular, sonra sonra... Üç haftada 10 beste, bir davulcu, bir bas
gitarist, yeni arkadaşlar, eski dostlardan yeni dostlar çıkarmacalar. Sonunda
yine telefon çalınca “aman yine niye arıyorlar beni”ye dönüş. Halbuki yılbaşına
arkadaşsız girdiğini unutman için yeterli zaman geçti mi? Yeni yıla nasıl
girdiğinle o yılın gidişatı arasındaki korelasyon zaten pozitif bilimlerden başka
allahını tanımayan uno’ya yakışacak bir inanış mı?
Sonra 31 Mayıs 2013’de, bütün olumsuzluklarının arkasında
tek bir şeyin olduğunu fark edip üzerine cüzdanını bile almadan ayakkabıların
topuğuna basarak kendini sokağa atmak. Bu çarpık düzen. Bu çürütülmüş
cinsellik. Bu korku. Bu çekingenlik. “Lan bak fazla sivrilme, alırlar seni
içeriye, ticari hayatını bitirirler, fişlerler, süründürürler, atla çekerler,
kollarını bacaklarını keserler ve asarlar” Binlerce kişiyle beraber aynı anda
tek bir ses. Yeter.
Halbuki bugün yükseliriz, yarın düşeriz. Yine aynı yerdeyiz.
Çok küçük bir farkla. Artık nasıl düşüleceğini biliriz. Sinirlenince ne
yapacağımızı biliriz. Ve göz ucuyla bile şatolarından aşağıya baktılarsa,
onlara da gösteririz.
Bu 2012-2013 öğretim yılı deliliğinin 1982 yılındaki
yansımasıyla akranlarım The Rise and Fall’u kaydettiler. BAM! diye başlar
albümümüz. Hiçbir uyarı olmadan: These are the streets I used to walk. On
summer nights, sit out and talk. Özgürlüklerimiz elimizden mi alınıyor,
çocukluğumuzdaki hatıralar gözlerimizi mi dolduruyor? Yoksa sokaklarda
gözlerimiz dolsun diye mi uğraşılıyor? Her kaşık tencereye değdiğinde, her
kornaya basılışında, her gözleri alev alev genç birbirine karşılık beklemeden
yardım edince zaten gözler dolmuyor mu, damağımıza bir bıçak saplanmıyor mu?
Beşiktaş sahiline oturup kimseyi rahatsız etmeden içtiğimiz bira ve
biriktirdiğimiz izmarit ve şişeleri denize atmaya kıyamadığımız güzel zamanlar
gelmiyor mu? Ağlama denizine karışan kanalizasyonun ekşi kokusu genzimizi yakıyordu.
Bok koklayıp hoşuna giden nesile denk geldin.
Albümün genel havası, çocukluğa özlem. Hissiyatı da ismi de
ruh halime mükemmel bir şekilde uyuyor. Madness’ın deneysellik patlaması
yaşadığı albümü olması özellikle FusenBakudan!!!’a çok yakışıyor. Bakır
üflemeliler ve piyanolarla Jazz havası. Blue Skinned Beast, Madness’ın bugün
politik bir grup olmasının ilk başlangıcı. Söz konusu şarkı Demir Leydi’nin
insanlarını ölsünler diye Falkland adasına gönderdiği berbat zamanların hicivi.
Zaten her güzel isyanın içinde hayalgücü, mizah ve zeka yok muydu?
Albümü edinin ve sevin. Asla pişman olmayacaksınız. En
meşhur şarkıları Our House da bu albümde! Daha ne istersiniz? Bundan sonra böyle
kapatacağım konuları, bir sayfa kendimden bahsedip sonuna da bu albümü alın
diyeceğim. =)
Kasım 2012’de en son 1999’da gördüğüm Londra
sokaklarındaydım. Kulağımda The Rise and Fall’la sokakları turluyordum. Freddie
Mercury’nin evini görmeye gittiğim günü, Brighton’da kumara dalmışken olympus
fotoğraf makinemi çaldırdığım günü ve Cambridge’deki yurdumda çatı katı penceresine yağmur akarken yatak
döşek hasta olduğum günü hatırlıyordum. Sonra uçağın penceresinden 13 sene
boyunca görmeyeceğim Londraya bakarken, hostesin yolculara Türkiye’de o gün
büyük bir deprem olduğunu anlattığı günü hatırlıyordum. Atatürk havalimanında
herkesin elinde radyoyla ağladığını hatırlıyorum.
2012’de Londra’da hatıralara dalmışken sıra “Mr Speaker Gets
the Word”e geliyor. Müthiş bir aksaklıkla, müthiş bir bas giriyor. Ve ben bunu
bir gün, fusen bakudan’a yazacağım diyorum. Metroyu beklerken gözüm duvardaki
billboard’a ilişiyor: “Madness 2012 yeni albüm! Oui Oui Si Si Ja Ja Da Da!” Gülümsüyorum. Olimpiyatlar kapanışında Our
House’u onbinlerin eşliğinde söyledikleri gün gülümsediğim gibi.
Kapanış şarkısı,
bir jazz coşkusu. Eski güzel günlerin hatrına. Madness is all in the mind!
Aynen! People say that I’m crazy!
Peki soruyorum
arkadaşlar, dostlar, çapulcular, teröristler, marjinaller:
Who needs a sane
hatter?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder