Progressive Rock

Progressive Rock

30 Haziran 2013 Pazar

Madness – The Rise and Fall



 Bir sene... Çocukluğumuzda çok uzun bir zaman dilimi olarak bildiğimiz “bir sene”, birer birer daha manasızlaşıyor. 2010 muydu? 2004 müydü? Ne oldu? Hayatımın senesi dediğim 1999 orta yaşım oldu. O yıl doğan kuzenim benden uzun, o doğduğunda ben İngiltere’deydim. Sıç.

Siz neler hayal ettiniz yokluğumla ilgili? Kafa tatiline çıktım? İntihar ettim? Blog’dan acayip sıkıldım? Maymunun iştahıydı, benim niye blogum olmasın temelli bir ego tatminiydi? Dünyaya bir çift lafımı gönderme çabamdı? E madem öyleydi, söyleyecek sözüm kalmadı mı sandınız?


Temmuz 2012’ye, yani Alan Parsons’ı yazmaya çalışan kendime çok pis telefon açasım var. Gelme! Hayatın kayacak. Önce yükselecek sonra sönecek. 5 ay boyunca sıradan halktan ne kadar üstün olduğunu görüp, askerlik sonrası içi boş olan devasa bir balona dönüşme, bir kızın gelip minnacık bir iğnesine maruz kalma, bütün arkadaşlarını kaybetme, iki besteyi tamamlayamama, gay psikiyatristler, 150 miligramlık koca koca haplar, alkol denizinde dalgalar, uyuşturucular, sonra sonra... Üç haftada 10 beste, bir davulcu, bir bas gitarist, yeni arkadaşlar, eski dostlardan yeni dostlar çıkarmacalar. Sonunda yine telefon çalınca “aman yine niye arıyorlar beni”ye dönüş. Halbuki yılbaşına arkadaşsız girdiğini unutman için yeterli zaman geçti mi? Yeni yıla nasıl girdiğinle o yılın gidişatı arasındaki korelasyon zaten pozitif bilimlerden başka allahını tanımayan uno’ya yakışacak bir inanış mı?

Sonra 31 Mayıs 2013’de, bütün olumsuzluklarının arkasında tek bir şeyin olduğunu fark edip üzerine cüzdanını bile almadan ayakkabıların topuğuna basarak kendini sokağa atmak. Bu çarpık düzen. Bu çürütülmüş cinsellik. Bu korku. Bu çekingenlik. “Lan bak fazla sivrilme, alırlar seni içeriye, ticari hayatını bitirirler, fişlerler, süründürürler, atla çekerler, kollarını bacaklarını keserler ve asarlar” Binlerce kişiyle beraber aynı anda tek bir ses. Yeter.

Halbuki bugün yükseliriz, yarın düşeriz. Yine aynı yerdeyiz. Çok küçük bir farkla. Artık nasıl düşüleceğini biliriz. Sinirlenince ne yapacağımızı biliriz. Ve göz ucuyla bile şatolarından aşağıya baktılarsa, onlara da gösteririz.

Bu 2012-2013 öğretim yılı deliliğinin 1982 yılındaki yansımasıyla akranlarım The Rise and Fall’u kaydettiler. BAM! diye başlar albümümüz. Hiçbir uyarı olmadan: These are the streets I used to walk. On summer nights, sit out and talk. Özgürlüklerimiz elimizden mi alınıyor, çocukluğumuzdaki hatıralar gözlerimizi mi dolduruyor? Yoksa sokaklarda gözlerimiz dolsun diye mi uğraşılıyor? Her kaşık tencereye değdiğinde, her kornaya basılışında, her gözleri alev alev genç birbirine karşılık beklemeden yardım edince zaten gözler dolmuyor mu, damağımıza bir bıçak saplanmıyor mu? Beşiktaş sahiline oturup kimseyi rahatsız etmeden içtiğimiz bira ve biriktirdiğimiz izmarit ve şişeleri denize atmaya kıyamadığımız güzel zamanlar gelmiyor mu? Ağlama denizine karışan kanalizasyonun ekşi kokusu genzimizi yakıyordu. Bok koklayıp hoşuna giden nesile denk geldin.

Albümün genel havası, çocukluğa özlem. Hissiyatı da ismi de ruh halime mükemmel bir şekilde uyuyor. Madness’ın deneysellik patlaması yaşadığı albümü olması özellikle FusenBakudan!!!’a çok yakışıyor. Bakır üflemeliler ve piyanolarla Jazz havası. Blue Skinned Beast, Madness’ın bugün politik bir grup olmasının ilk başlangıcı. Söz konusu şarkı Demir Leydi’nin insanlarını ölsünler diye Falkland adasına gönderdiği berbat zamanların hicivi. Zaten her güzel isyanın içinde hayalgücü, mizah ve zeka yok muydu?
Albümü edinin ve sevin. Asla pişman olmayacaksınız. En meşhur şarkıları Our House da bu albümde! Daha ne istersiniz? Bundan sonra böyle kapatacağım konuları, bir sayfa kendimden bahsedip sonuna da bu albümü alın diyeceğim. =)

Kasım 2012’de en son 1999’da gördüğüm Londra sokaklarındaydım. Kulağımda The Rise and Fall’la sokakları turluyordum. Freddie Mercury’nin evini görmeye gittiğim günü, Brighton’da kumara dalmışken olympus fotoğraf makinemi çaldırdığım günü ve Cambridge’deki yurdumda  çatı katı penceresine yağmur akarken yatak döşek hasta olduğum günü hatırlıyordum. Sonra uçağın penceresinden 13 sene boyunca görmeyeceğim Londraya bakarken, hostesin yolculara Türkiye’de o gün büyük bir deprem olduğunu anlattığı günü hatırlıyordum. Atatürk havalimanında herkesin elinde radyoyla ağladığını hatırlıyorum.

2012’de Londra’da hatıralara dalmışken sıra “Mr Speaker Gets the Word”e geliyor. Müthiş bir aksaklıkla, müthiş bir bas giriyor. Ve ben bunu bir gün, fusen bakudan’a yazacağım diyorum. Metroyu beklerken gözüm duvardaki billboard’a ilişiyor: “Madness 2012 yeni albüm! Oui Oui Si Si Ja Ja Da Da!” Gülümsüyorum. Olimpiyatlar kapanışında Our House’u onbinlerin eşliğinde söyledikleri gün gülümsediğim gibi.

Kapanış şarkısı, bir jazz coşkusu. Eski güzel günlerin hatrına. Madness is all in the mind! Aynen! People say that I’m crazy!

Peki soruyorum arkadaşlar, dostlar, çapulcular, teröristler, marjinaller:

Who needs a sane hatter?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder