Progressive Rock

Progressive Rock

27 Nisan 2011 Çarşamba

David Bowie - Low

Moral nasıl bir kavramdır? Bence hayatın en esaslı meselelerinden biri bu. Moralimizin yüksek ve düşük olduğu günler, haftalar ve bazen saniyeler ve saliseler hayatımızı şekillendiriyor. Ve genelde herkes morali düşükken aynı şeyi düşünür: "En büyük dert bende" Ki bazen bunun tersini gösteren bir çok detayı bile göre göre atlarız. Gerçek şu ki "en büyük dert"le ilgili bir guiness rekorlar kitabı kategorisi yok. Olması da mümkün değil zaten. Çünkü insanlık var olduğundan beri en büyük dert onda. Birinin mağarası ışık almazken, öbürü açlıktan kırılıyordur, bir diğeri ise sevdiğinden beklediği karşılığı bulamamıştır. 50000 senede bu konuda gelinen noktada, biri ölümcül bir hastalıkla boğuşurken, öbürü tüm ailesini bir gecede kaybediyordur, bir diğeri ise sevdiğinden beklediği karşılığı bulamamıştır. Yaşayan efsane David Bowie ise eroini bırakmakla ve yeni bir hayata ayak uydurmakla meşguldür. Yavuz Çetin'in cherokee şarkısında "Platin saçlı karıların altında grand cherokee" diye girdiğinde coşarız. "Evet ya gerizekalılar" deriz. Bir saniye sonra "ona da sormak lazım, senin de bir derdin var mı diye" ve herkes susar. Çünkü bu böyle gelmiştir böyle gidecektir. Yaşayan efsane olmak bile sizi "low" diye albüm yapmaktan kurtaramaz.




Yıl 1977, yer Batı Berlin. David Bowie, Iggy Pop ile paylaştığı evinde madde bağımlılığından sıyrılmaya ve yeni bir şehre alışmaya çalışırken bunun getirdiği bütün problemleri en iyi yaptığı şeyi yaparak; müzik yaparak tarihe kazımaya çalışmaktadır.

Geçen ayki Berlin seyahatim gerçekten hayatım boyunca unutmayacağım bir tecrübe olacak. "Low" ruh halinin derinlerinde, "Low" albümünün yazıldığı çizildiği yerde, bindiğim u-bahn'lar, geçirdiğim panik atak, kaldığım hostel, doğum günümde berlinde yalnız başıma sokakları gezmem adeta benim için bir aydınlanış vazifesi görmekteydi. Aydınlanmıştım çünkü "dert" kavramını sorgulamaya yeterli vaktim olmuştu. Duvarın geçtiği yerlerden yürümek, Soykırım anıtını ziyaret etmek, tanımadığım bir coğrafyada, tanımadığım binbir çeşit insanla binbir çeşit mekana girmem, binbir çeşit sokaktan geçmem bana bu duyguyu verdi. Derdim vardı. Ve önce ne olduğunu bulmak, sonra da çözmek gerekiyordu. Herkesin derdi vardı, herkesin çözmesi gerekiyordu. Ve bu beni dünyadaki en sıradan insan yapıyordu. Ve bu da bir dertti. Benim derdim artık "en büyük dert" değildi.

Berlin Duvarı'yla ilgili en inanılmaz şey, bir çoğumuzun hayatta olduğu zamanlar yaşanmış olması. Tarih öncesi bir hikaye değil bu. Çok değil 20 sene öncesinden bahsediyoruz. David Bowie'de eminim ki kendi derdiyle, doğu berlinlilerin derdini birleştirip evrensel bir dert kavramını sorgulama vakti bulmuştu.

Roxy Music üyesi modern müziğin ve özellikle ambient müziğin babası Brian Eno'nun fazlasıyla elinin değdiği ve bir çok insanın tersine bunun olumlu bir şey olduğunu düşünmemi sağlayan bir albüm "low". Speed of Life'la başlayan albüm, bu şarkıya uygun bir söz yazılamayınca enstrümantal bir girişe sahip olarak hemencecik önceki Bowie albümlerinden ayrılıyordu.

"Low" her zaman merak ettiğim aralık olan David Bowie'nin kırık ses ve inanılmaz akustik enstrüman zenginliğiyle icra ettiği Glam zamanlarından bugünkü elektronik, tok sesli tarzına geçiş aralığı vazifesi görüyordu. Hunky Dory'i seviyordum, Hours'ı da seviyordum. Ortasını da seveceğim açıktı. Berlin'e taşınarak yeni bir hayata başlama kararı adeta 80'lere doğru Berlin'in müzik piyasasının dünyada kalıcı yer bırakacak adımlarını Bowie'nin gözlemlemiş olmasından kaynaklanıyor. Krautrock akımı ve Kraftwerk gibi "low" albümünde sıkça etkisi hissedilen grupların varlığı britanya adasında kendi hayatıyla meşgul Bowie'nin gözünden kaçmamış.

Breaking Glass'la Bowie vokalleri girmeye başlıyor. Akustik enstrümanlar kısılarak yerlerini Brian Eno üstadın synthesizer şölenlerine bırakıyordu. Ve ben ortada mutluluk ve mutsuzluk arası o nihai halimizde merakla bakıyordum. Başarılı single Sound and Vision'la akılda kalıcı gitar riff'i albümün adeta en yer edinen şarkısı oluyordu. Always crashing in the same car'la hours, heathen, reality sound'ları kulağımıza gelmeye başlıyordu. Modun düşük olduğunu zaten söylemeye gerek yok.

Be my wife, albümün en olmamış şarkısı denebilir. Bowie'nin 80'ler başında özellikle uğraştığı ucuz riff'li hızlı yazılmış parçalar silsilesinin adeta geleceğini işaret ederken, yine de çok iyi bas ve solo gitar becerileriyle çerçevelenmişti.

Albümün en iyi şarkısı "A new career in town" var sırada. Enstrümantal olan bu şarkı, yıllarca bana orada burada mızıka duyduğumda, mızıka daha iyi kullanılma potansiyeli olan bir alet diye düşündürten merakıma adeta cevap oluyordu. Ayrıca sözsüz bir şekilde, yeni bir şehre, yeni bir çevreye, yeni bir hayata pozitif ama melankolik bir bakış açısı oluşturuyordu.

Albümün arka tarafı, Brian Eno ve David Bowie'nin enstrümantal synth bestelerinden oluşmasıyla o zamana kadar yapılmış tüm albümlerden kalın çizgilerler ayırıyordu. Warszawa, ikinci dünya savaşında adeta yokedilen Varşova'nın dramını ve 1991'e kadar dinmeyen Doğu/Batı ayrımının bir dışavurumuydu. Bowie'nin manasız sözleriyle içinize işleyen üzerinize bir battaniye gibi örtülen ancak bir adım ilerisini göremediğiniz belirsizliğin de orta yerine sizi bırakan bir şarkı.

Art decade ve weeping wall da benzer temaları işleyen eğer kendinizi özdeşleştirirseniz yabancılık çekmeyeceğiniz kompozisyonlar. Subterraneans ise duvarın örüldüğü gece doğu tarafta kalmış tüm doğu berlinlilerin batıya hasreti, yeniliğe ve özgürlüğe aç bir şekilde apartmanlarından bakışlarını akıllarda canlandıracak bir şarkı. Saksofon solosu ve manasız Bowie vokalleriyle albümün muhteşem finali diyebiliriz.

Herkesin tuttuğu kendine.. Bu dönemde.. Her dönemde.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder